Gözümün önünde bir liste, tarihte neler neler olmuş Ağustos ayında. Hemen hepsi birer dönüm noktası olan ve kazanılan zaferler. Fakat bunlardan ikisi var ki, sanki yerlerini kendileri seçmişler. Biri başta, diğeri sonunda listenin. Biri kapıları açıyor ardına kadar, diğeri de suratına kapatıyor kapıyı düşmanın.
Tarihin parıldayan iki sayfası. iki dönüm noktası. Şanlı geçmişimizin iki şanlı zaferi bunlar; 26 Ağustos 1071 Malazgirt ve 30 Ağustos 1922 Dumlupınar zaferleri.

MALAZGİRT ZAFERİ
Çağrı'nın oğlu. Adı Alparslan. Gerçekten adı gibi "Kahraman arslan"dı. Tahta çıkar çıkmaz sanki bu toprakları, bu cennet vatanı bize emanet edeceğini bi-lircesine ilk seferini batıya yöneltmişti. Yani Anadolu'ya.
Bugün küçük asya dedikleri, bizim anavatanımız dediğimiz Anadolumuza yönelmişti önce. Bir cuma günüydü. Beyaz elbisesini giymiş, cuma namazını orduyla birlikte kılmıştı. Sonra kılıcını çekerek secdeye kapanıyor
ve; "Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir, bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret" diye yalvarıyordu yaradana Alparslan. Sonra Sultan Alparslan "Allah Allah" nidalarıyla tozu du-mana katarak yürüdü askerleriyle Bizans üzerine. Karşıda ikiyüzbin kişilik koskoca bir Bizans ordusu, beri tarafta ise ellibin kişilik Türk ordusu. Sonuç malûm, inanan taraf ka-zanmıştı. ÇünKü Türkler, asker doğup asker ölen bir milletti. Koskoca bir ömür at sırtında geçerdi. Belki de bunun için "Türk doğuştan askerdir" deniliyordu.
Anadolu'nun kapıları "Allah Allah" nidalarıyla açılmıştı ebediyyen bizim olmak üzere. Artık anayurdumuz burasıydı. Biz Anadolu'yu sevmiştik, O da bizi. Malazgirt Zaferinin 919. yılında şanlı Türk kumandanı Sultan
Alparslan'ı, ve onun isimsiz askerlerini şükranla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

DUMLUPINAR ZAFERİ
Büyük savaşlardan çıkmıştı Türk milleti, şimdi de vatanı, bir zamanlar kendisinin bir parçası olan Yunanlı tarafından işgal edilmişti. Bu Yunan denilen millet, Avrupa'nın da desteğini alarak, büyük bir şımarıklık içinde Anadolumuza çıkmıştı. Belki de Avrupalının tâ Malazgirt'ten bu yana içinde taşıdığı (hatta daha önceden) kinin tezahürüydü bu. Belki de Türkleri geldikleri yere, yani Orta Asya'ya sürme plânın bir parçasıydı. Veya Kısaca bu "Şark Meselesinin uygulamaya konmasıydı. Yalnızdık hem de çok yalnız. Herhalde millet olarak kaderimiz böyleydi. Tarih boyunca hiç
yandaşımız olmamıştı. Belki de onun için "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" deniliyordjj. Dost olmuşuz dostlarımız yalnız bırakmış. Düşman olmuşuz zaten yalnız kalmışız. Bu bir tarihî yazgıydı.
Düşman iyice ilerlemişti. Batı Anadolu tamamen işgalleri altındaydı. Bize karşı her yönden üstündüler. Malazgirt'te olduğu gibi. Fakat iman gücü bakımından durum lehimizeydi. Türk ordusunun giyecek ayakkabısı yoktu. Asker sayısı az, cephane sınırlıydı.
26 Ağustos sabahı başlayan ve "Allah Allah" nidalarıyla Dumlupınar'da son darbe vurulan Yunanlılar kaçmaya başlamışlardı. Böylece Dumlupınar zaferi, Mustafa Kemal'in deyişiyle "Rum Sındığı" savaşı kazanılmıştı. 1071'deki zafer tekerrür etmişti. Malazgirt'te denize dökülmemişlerdi. Fakat, Dumlupınar zaferinden dokuz gün sonra, İzmir'de Diogenes'in torunları denize dökülmüştü. Tarihin tekrarını kendisi istemişti Yunanlı. Akif'in dediği gibi, ders alınsaydı tarihten, acaba tekerrür eder mi idi tarih.
Sultan Alparslan'dan sekizyüzellibir sene sonra Mustafa Kemal. Demek ki, bunca asır geçmesine rağmen hiçbir şeyini kaybetmemişti Türk. Hâlâ inançlı, hâlâ cesur, hâlâ düşmanına aman vermiyordu. Dumlupınar kumandanını ve onun isimsiz askerlerini şükranla anıyoruz.
Sultan Alparslan'dan sekizyüzellibir sene sonra Mustafa Kemal. Demek ki, bunca asır geçmesine rağmen hiçbir şeyini kaybetmemişti Türk.

Şakir SARIÇAY
Dokuz Eylül Üniversitesi IIB Fakültesi Buca/İZMiR

Mustafa Kemal 1919'a kadar asker kumandan olarak o zamanın, vatan topraklan kabul edilen sınırlarında çarpıştı ve ordular idare etti.
Trablusgarp'a giderken gençliğinin en heyecanlı devri içinde; bir vatan parçasını kurtarmaya koşmuştu. Birinci Dünya Savaşı'nda bir an önce vatan savunmasında vazife görmeye başlamak için, bulunduğu ataşemiliterilikten kurtulmaya çalıştı.
Mustafa Kemal için vatan topraklan korunurken, hayat feda etmenin gerçek örnekleri gözleri önünde yaşanmıştı. Nice vatan evlâtlarının savaş meydanlarındaki ölüm iniltilerini o, kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüştür. Devlet sınırlarını terketmenin acısını büyük hüzünle hissetmiştir.
Balkan Savaşı esnasında Trablusgarp'tan dönüşünde Mısır'a geldiği zaman, Makedonya'nın düşman eline düştüğü haberini almıştı. Bu haberden en büyük acıyı hissettiğini daima söylerdi. Doğduğu, büyüdüğü ve inkılâp fikirlerinin beslendiği şehir (Selanik) için, hayatının sonuna kadar hasret çekmiştir. En canlı hatıralarıyla daima bu şehrin bir çocuğu idi; en çok anlatmasını sevdiği hatıraları, hep o bölge içinde geçenlere ait olurdu. Hattâ ölümünden önceki günlerde heyecanlı bir rüya gördüğünü anlatırken, Selanik'te bir komitecilik olayının gerçekleşmesi sırasında Salih Bozok ile beraber bulunduklarını söylemişti. Bu olayları anlatmaktaki amacım şudur:
Mustafa Kemal'in birçok Türk ailelerinin yerleşmiş olduğu Osmanlı Devleti'nin bu bölgesine, derin hislerle ve gençliğinin canlı hatıralarıyla bağlı bulunduğuna işarettir.
Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal, İzmir'e muzaffer ordusu ile girdiği vakit, önünde kaçan düşman ordusunu kovalamak, Makedonya'ya el uzatmak isteyebilirdi... Fakat, Mustafa Kemal daha eyleme geçmeden önce kuvvetli olabilecek bir Türk vatanının sınırlarını aşmamak azmi ile bu işe başlamıştı. Zafer neşesi, Başkumandanı istilâ hırsı ve hisleriyle hareket ettirmemişti. O "Millî hudut dahilinde vatan bir bütündür." cümlesini (23 Temmuz 1919) Erzurum Kongresi'nde belirlemiş bulunuyordu. Misak-ı Millî ile tayin edilmiş olan bu Türk vatanını düşman istilâsından kurtarmak amacıyla, vatan evlâtlarının kanı dökülmüştü. İşte Mustafa Kemal Atatürk'te vatan fikri böyle şekillenmiş ve bu günkü vatanımızın her bir sınırında savaşmış bir insanın görgüsü ve kuvvetiyle, Türk için bir vatan bütünlüğü belirlenmiş ve kabul etmişti. İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu vatanın "hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütün" olduğunu, diğer devletlere de kabul ettirmiştir.
Atatürk, kendi zamanında yaşayan ve milletleri için imparatorluk peşinde koşan, devlet ve hükümet reislerinin ideallerini asla benimsemedi. Hayaller kurmadı ve böyle hayal olabilecek fikirleri hiç bir zaman bizlere aşılamadı.
Sınırlarını, en son Türk nesillerinin kanlarıyla yoğurup çizdiği bu Türk vatanında; o, vatan kavramını manalandırdı.
O, bir ölüm haberi karşısında, yurt toprağı için bana şu cümleleri
yazdırmıştı:
"Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaîyiz. Fakat sen Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster." (1930)
Atatürk bu hitaplarıyla yurt toprağına kutsal kimliğini verirken onun
yaratıcılık ve hayatiyet kavramları üzerinde duruyor.
İşte, Atatürk'ün sınırlandırdığı bu vatan toprakları kutsaldır. Onun üzerinde dost elleri sıkılır, fakat düşman ayaklarını bastırmamaya azimli olduğumuzu, bütün dünya bilir.

Prof. Dr. Afet İNAN
(M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, 1971)

Türk milleti çalışarak kendisini yeniden yaratmış, varoluşun doruk noktasına çıkmayı başarmıştır.
Ben milyonlarca Türk gencinden biriyim. Gelecekte benden beklenen milyonlarca görevi korkusuzca yerine getirecek olan Türk genciyim. Soyum Türk soyu. Asırlardır Türk sözü duyulduğunda yer gök titrer, ne de olsa Türk milleti ölümü, esaret hayatından yeğ tutan asil bir millettir. Türk milletinin ilkesi şudur:
"Canı cananı bütün varımı alsın da Huda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda."
Arnold Toynbee'nin şu sözlerle anlatmak istediği bu ilke için yapılan
fedakârlıklardır: "Savaştan yoksul çıkmış bir ülkenin insanlarıydılar. Üstleri baş-ları dökülüyordu. Fakat en çetin askerin dahi dayanması güç olan şartlar içinde yeni bir savaşın müthiş hayatına severek ve isteyerek koşmuşlardı". Türk milleti böylesine azimlidir, çalışkandır. "Türk olmak çalışmak demektir". Türk milleti çalışarak kendisini yeniden yaratmış, varoluşun doruk noktasına çıkmayı başarmıştır. Bir millet düşününüz vatanı topyekün bir ölü evine dönmüş. Köyler, kentler harabe gibi. Yoksulluk, açlık...işte bu milletin gözü yaşlı anası çalışkanlığıyla askere elbise yetiştiriyor, gelini omuzlarında cephane taşıyor, küçük çocuklar boylarından büyük silahları kapıp cepheye koşuyor. Böyle bir millet mucize yaratıyor; bu "Türk Mucizesi"dir.
"Türk olmak yaşamak demektir." Türk olmak misafirperverliği, yüksek ahlâkı, en başta insanlığı ife yaşamak demektir. İstiklâline sahip çıkmış bir milletin çocukları olarak başımız dik, alnımız pak yaşıyor ve gerektiğinde büyük bir gurur duyarak şunu söyleyebiliyoruz:
"Ne mutlu Türküm diyene!"

Sevgi OCAK
Antalya Anadolu Lisesi

Dününü düşünüyorum da ülkemin, her fidesi teker teker koparılmış, cananlar canlarından ayrılmış, insanlarımız mahzun ve bedbaht... Uçsuz bucaksız topraklarımız, vatanımız dediğimiz topraklarımız, düşman elleriyle yağmalanmıştı. Ormansız kalmıştı yaralı ağaçlarımız. Topraklarımız birer birer işgal ediliyor, insanlarımız acımasızca katlediliyorlardı. Acımasız olan gerçek yüzlerini gözler önüne seren düşmanlar, çılgınca yağmalıyorlardı vatanımızı. Asi bir deli rüzgâr yaralamıştı sanki kanatlarımızı, kâbus gibi üzerimize çöken esaret rüzgârı ise, her şeyden daha acıydı. Deli bir fırtınaydı sanki bu. Fırtına öncesi sessizlikten sonra yaşanan ateşli ve acı olayları barındıran amansız günlerdi, o günler. Her günü, bin yıllık işkenceyi andırıyordu. Bir mucize gerekliydi akan sulara dur diyecek. Bu mucize, Türk gençliğinin ufkuna güneş gibi doğan Ulu Önder'den başkası değildi. İşte o beklenen an gelmişti. Ulu önder dağınık güçleri toplamış; tek yumruk olunmuştu. Kanlı çarpışmalar, ateşli anlar, dehşet dolu günler yaşandı. Ama yılmayan Türk insanı amacına ulaşmış, zafer bayrağını alnının akıyla sonsuzluk gönderine çekmişti. Özgürlüğe ulaşmış Türk evlâdının yükseliş zaferiydi bu. Bir atmacanın süzülüşü değil, göklere yükselişiydi bu.
Büyük bir zaferin öyküsüydü işte bu...Hatice Anaların cephane taşıdığı, Mehmetlerin canla başla savaştığı, şehit kanlarının aktığı, akan kanlarla göklerde bir yıldız gibi parlayan istiklâl bayrağımızın şahlandığı bir mücadelenin eseriydi bu vatan. İşte böyle bir vatana, anamız dediğimiz vatanımıza gözümüz gibi bakmalı, onu sakınmalıyız. Ulu Önder'in yüksek devrimini, yüce eserini korumalı, bize emanet edilen Cumhuriyeti özgürce yaşatmalıyız.
Türk'ün adı Cumhuriyet, ülküsü özgürlüktür. Her bacada bir duman gereklidir. Bizim bacamız yüce Ata'nın yolu, dumanımız ise özgürlük ateşinin dumanıdır.

Yaman Vurmaz
Ereğli E.M.L. Öğrencisi /ZONGULDAK

Lozan Barış Antlaşmasıyla yarı bağımlı millet durumundan kurtulup milletlerarası siyaset dünyasında bağımsız ve ileri devletler arasına geçen yeni Türkiye, kurucusu Atatürk'e göre, yine kendisine lâyık yeri bulmuş değildi. Çünkü, büyük Türk hissediyordu ki, dünya, bu siyasî zaferin bütün şerefini kendisine ayırmakta ve Türk milletine halâ eski gözle bakmaya devam etmektedir. Asırlık kanaatler kolay kolay yıkılır mı ? Avrupa kütüphaneleri Türkler hakkında çok yanlış bin bir çeşit belge ile doludur. Bunlara göre Türk cengaverdir, cesurdur; fakat her türlü medeniyetten mahrumdur. Barışta uyuşuk, tembel; savaşta acımasız ve yıkıcıdır. Orta Asya'dan çıkıp Avrupa'ya saldırıp yayılışı, medeniyet dünyası için bir belâ, bir âfet olmuştur. Kuvvet ve fırsat bulursa yine öyle olacaktır. Gerçi, bu milletin içinden zaman zaman bazı yüksek ve akıllı devlet adamları çıkmamış değildir. Fakat bunların çevrelerine tesirleri yalnız yaşadıkları müddetçe devam etmiştir. Ve kendileri sahneden çekilir çekilmez, Türk milleti yine her zamanki uyuşukluğuna düşmüştür.Hem de bakalım, bu adamlar halis Türk ırkından mı idiler? Ne gezer Bunların kimi Macar, kimi Boşnak, kimi Arnavut, kimi Rum'dan, Ermeni'den, hattâ Yahudi'den dönmedir. İbnî Sina bir Arap alimidir, Mevlânâ bir Fars şairidir.
Evet, tarafgir ve iftiracı Avrupa yazar ve tarihçileri Türk milletine, arada bir büyük bir adam yetiştirmiş olmak şerefini bile verememişlerdir. Ve nihayet gün gelip, Mustafa Kemal'i de bizim elimizden almaya kalkmışlardır. Onu ya ana, ya da baba tarafından Türk'ten gayrı bir sürü ırka mal etmek istemişler veya hiç değilse bu kadar yüksek bir insan örneğinin Türk dünyası gibi geri ve çorak bir çevreden çıkmış olmasına üzüntülerini belirtmişlerdir.
Atatürk, bunların hepsini görüyor, okuyor ve içleniyordu. Gece gündüz bütün düşüncesi, bütün hırsı bunu bir an önce değiştirebilmekti. Türk milletine o kadar derin bir güveni vardı ki, bütün dünya rekorlarının yeni Türk nesli içinden çıkan teknik ilim ve hüner sahipleri tarafından hemen kırılmak üzere olduğuna kaniydi. Her fırsatta özellikle kendi büyüklüğünden söz eden yabancı devlet temsilcilerine tekrar et-mekten usanmadığı "Bu millet benim gibi daha binlerce Mustafa Kemal çıkarır" sözünü Atatürk'ün yalnız alçak gönüllülük için söylediğine kani değiliz.
Ona İlk tarih merakını veren Wells (Vels)in eserinde Attilâ'ya mal edilen şöyle bir söz vardır:
"- Ben sizin gibi asîl bir adam değilim. Fakat asîl bir millettenim. Wells, Türk serdarının Batı Roma'yı fethettiği zaman, gösterişli bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı yöneticiye böyle söylediğini rivayet eder. Atatürk, ömrünün sonuna kadar bu fıkrayı ve bu sözü tekrar etmekten özel bir haz duyardı. Sonradan yavaş yavaş bu söz onun ağzında "Ne mutlu Türk'üm diyene!" hitabı şeklini aldı.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
(ATATÜRK - Kültür Bakanlığı 1981'den Özetlenerek)

Palabıyıklı, çakır gözlü komutan yanındakilere döndü. "Hazır olun" emrini verdi. Çeteler "Hazırız" diye cevapladılar. Tayyar Rahime de içinden tekrarladı. "Hazırız, ölmeye hazırız." O erkek kıyafetindeki, kalbinde yine erkek cesareti taşıyan kadın hazırdı. O kutlu gününde cennetin kızıl güllerinin kokusunu almıştı sanki. Silahlar birbir patlamaya başladı. Sonra düşman mitralyözünün o korkunç gürültüsü ve sanki birbiriyle yarış eden mermiler, el bombaları, sonra yine mermiler... Çeteler bir bir şehit oluyorlardı. Ölümün o keskin kokusu her yeri kaplamıştı. Tayyar Rahime tekbir getirdi ve yayından fırlayan bir ok gibi atıldı. Bir kaplandı Rahime; pençesine düşenin kurtulamayacağı bir kaplan. Ama mitralyözün namlusu ona çevrilmişti. Hain kurşunlar o kaplanın kalbini buldu. Acı çekerek ama mutlu, yaralı; ama gururlu diz çöktü Rahime: "Cesedimi gâvurlara koman" dedi. Gök mü gürlemişti ne? Bunu duyan çeteler durur muydu? Herbiri birer kaplan kesildi. Fransız'ı pençeleri ile ezdiler. Bayrağımız Hacı Ökkeş'in Konağı'nda dalgalanıyordu artık. Bir hilâl uğruna ne güneşler sönüyordu.
Osmaniye'de. Erzurum'da, Urfa'da, İzmir'de, Maraş'ta, Antep'te hep bu kaplanlar vardı. Türk'ün çocukları, kutlu vatanın yiğit evlatları. Fransız'ın, İngiliz'in, İtalyan'ın hesap etmediği buydu işte. Yanlış hesaplarının faturasını çok acı ödediler. Ellerine geçen; bir yığın acı tecrübeden başka birşey değildi. Gittiler, geldikleri gibi gittiler.
Bizler, Türk ulusunun evlâtları o şanlı günleri kutluyoruz. Tam 69 koca yıl geçmiş aradan, Rahime Hatun'un ve nice isimsiz şehitleri unutmadık ve kaç 69 yıl geçerse geçsin unutmayacağız. Ama unutmamak yeterli mi? Ya onların bize bıraktıklan yüce emanet? Nerde Atatürk'ün çıkmamızı emrettiği muasır medeniyetler seviyesi? Hani hâlâ yazmamışız Türk adını uzaya? Ne olurdu biz de bilgisayar kullansaydık; hem de Türk bilgisayarlarını kullansaydık okullarımızda? Bu sorular aci; ama cevapları daha da acı. Rahime Hatun, Palalı Süleyman burada olsa bizden tek isteyecekleri çalışmak, Osmaniye'yi, Türkiye'yi daha iyi bir duruma getirmek olacaktı, buna eminim, onları anmak, ruhlarını şâdetmek onlar için şiirler okuyarak, törenler yaparak olur; ama tam olmaz. Onların ruhları ancak uğruna kan döktükleri, can verdikleri vatanlarını çok yükseklerde görerek şâdolur. Biz osmaniyeliler gelin onlar için söz verelim, osmaniyemizi, Türkiyemizi yüceltmeye söz verelim. Söz verelim ki bu yüce vatan bir daha düşman çizmesi altında çiğnenmesin. Onları anmak, ruhlarını şâdetmek onlar için şiirler okuyarak, törenler yaparak olur; ama tam olmaz. Onların ruhları ancak uğruna kan döktükleri, can verdikleri vatanlarını çok yükseklerde görerek şâdolur.

GÖkalp BAHÇELİ
Özel Bahçeli Lisesi Öğrencisi Osmaniye / ADANA

Zafer Haftası'nda Atatürkçe düşünmek, Atatürkçe yaşamak...
Zafer Haftası'nda Atatürk'e uzanmak, Atatürk'ü tanımak, Atatürk'ü anlamak sonra da dönüp onu tüm yönleriyle yaşamak, yaşayabilmek. Bugüne kadar bunu yapabilsek, bunu başarabilseydik, bulunduğumuz çizgiyi çoktan aşar, O'nun çağdaş uygarlık düzeyi dediği düzeye çoktan ulaşırdık.
Ne acıdır ki, bunu yapamadık ve sürekli O'nun ruhunu incitip durduk. 26 Ağustos'ta bir ucumuz Malazgirt'te, bir ucumuz da Kocatepe'deydi. Kimimiz Alparslan kimimiz de Mustafa Kemal olmuştuk.
Malazgirt Savaşı, Zafer Haftası'na göre çok uzakta. Birinin üzerinden 926 yıl, diğerinin ise 75 yıl geçmiş. Aralarında büyük zaman mesafesi var. Biri Anadolu'nun kapılarını Türklere açmış, öbürü Türklüğün sesini dünyaya duyurmuş. Atatürk'ün bir dava adamı, bir eylem adamı olduğunu yeniden anlıyor, O'nunla bütünleşmek istiyoruz. O'nunla bütünleştikçe kendimize geliyor, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu daha iyi anlamak istiyoruz. 26 Ağustos, 9 Eylül'e uzanan yolun başı. O 15 günde Türk ordusu harikalar yaratıyor ve 9 Eylül günü güzel İzmir'e giriyor. 1919'dan beri dalgalanan Yunan bayrağı indiriliyor, göndere Türk bayrağı çekiliyor.
Atatürkçü düşüncede barış vardır, özgürük vardır, insanca yaşamak vardır. Atatürkçü düşünce, insana ve insan toplumuna, ayrı bir pencereden bakar, insanın insana kul olmadığını vurgulamaya çalışır. Atatürkçü düşünce insana değer verir, insanın hakça ve özgürce yaşamasını ön plânda tutar.
Kısacası, Atatürkçü düşüncede sevgi vardır, saygı vardır, insana değer vermek vardır. Atatürkçü düşüncede ileriyi görme, hesaplama, doğru karar verme vardır.
Atatürkçü düşüncede herkes eşittir, herkes yasalara aynı yakınlıktadır. Kimse kimseden üstün değildir. Demokratik hak ve özgürlüklerden herkes eşit oranda yararlanır, yasalar önünde kimse kimseden fazla birşeyler isteyemez. Atatürkçü düşüncede açıklık vardır, saydamlık vardır, düşüncelere saygı vardır. Atatürkçü düşüncenin en karakteristik özelliği bağımsızlıktır. Atatürk'ü en çok, bu yönü ile tanır bu yönü ile takdir etmeye çalışırız. Zafer Haftaları, dileriz hep o zindelikle, o güzellikle sürüp gitsin, 26 Ağustos'lar düşlerimizde öyle parlak anılar olarak kalsın.

Şükrü KAÇAR